En Dezavantajlı Bölgelerde Başarı Hikayeleri Yaratmak…

SOGLab, tasarımın gücünü kullanarak Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni başarmak için yola çıkacak sosyal girişimlerin doğacağı bir laboratuvar deneyimi olarak hayata geçti. Kurucusu Göksel Gürsel ile, Türkiye’nin özellikle sosyal açıdan en dezavantajlı bölgelerine odaklanarak insan refahını yükseltecek, etkisi yüksek sosyal inovasyonun doğması için özel sektör ve kamu kuruluşları ile işbirliğini savunan bir platforma olmaya doğru hızla evrilen SOGLab’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile örtüşen hedeflerini ve sosyal etki ölçümü yaklaşımlarını konuştuk. 

Sosyal girişimci olmaya nasıl karar verdiniz?

2009 yılında Dünya Bankası tarafından “Türkiye’nin Yaratıcı Kalkınma Fikri” seçilen SOGLA Sosyal Girişimci Genç Liderler Akademisi’nin kuruluşunda tasarımcı olarak görev aldım ve SOGLA’nın görünen yüzünü tasarlamaya çalıştım. O sıralarda üniversitede fizik okuyordum ve bununla birlikte insani değerler üzerine biriktirdiğim bilgi ve deneyimi zenginleştirmek için çeşitli okul topluluklarında da görev alıyordum. 2009 yılından 2012 yılına kadar gönüllü destek verdiğim SOGLA’ya 2013 yılından itibaren genel koordinatör olarak hizmet etmeye başladım. Eş zamanlı olarak da bir bilgisayar firmasında Adobe ve Apple gibi markaların kurumsal tasarım süreçlerini yönetiyordum.

Sosyal girişimcilik kavramıyla SOGLA’da tanıştığım günden beri kendi uzmanlık alanım ile sosyal girişimciliği birleştirmenin yollarını aramadım, çünkü kendimi adamak istediğim “sosyal fayda yaratma” görevini ana işim haline getirmek istiyordum. Ancak uzun bir süre bunu modellemem mümkün olmadı. 2015’te bir eğitim şirketine girdim. Y Kuşağı’nın bir temsilcisi olarak bu da hem kendi alanımla kuruma liderlik etmek hem de adil ve etik bir şekilde geçinmek istedim, ancak bu mümkün olmadı. Hayatımda ilk defa, kendi becerilerim üzerinden ciddi bir şekilde sömürüldüğümü hissettim, hayatımı adadığım fayda yaratma görevimin doğrudan ticarileştirilmesi ve hakkım olanın bana hiçbir şekilde sağlanmaması üzerine bir karar verdim: Etik, adil ve gezegene, insana dokunan bir iş tasarlayacağım dedim kendi kendime. Tam da o sıralarda, ben hangi fikrin üzerine bir sosyal girişim kurgulayacağım diye düşünürken Birleşmiş Milletler, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni yayınladı. BM’nin 2030 yılına kadar başarılması için herkes ile paylaştığı bu hedeflerin ciddiyeti beni neredeyse sarstı diyebilirim. Hızlıca o zamana kadar çalıştığım her şeyin merkezine bu hedefleri başarabilmeyi ekledim ve SOGLab Sosyal Girişim Laboratuvarı fikrini hayata geçirmek için kolları sıvadım.

Tespit ettiğiniz sosyal sorun neydi? Getirdiğiniz çözümü ayrıcalıklı kılan nedir?

Bugün geri baktığımda daha net görebildiğim iki ana başlığı fark etmiştim ilk başlarda. Bunlardan biri özel sektör ve kamu kuruluşlarının birlikte ya da bireysel olarak kurguladığı sosyal çalışmalar ki bunları Kurumsal Sosyal Sorumluluk ya da Proje olarak adlandırıyoruz. Ve bunlar, ortak problemlerimizi çözmek yerine daha da kronikleştiriyorlar. Sosyal projeler ortaya koymalarına rağmen, çözümü sürdürülebilir kılmak yerine birbirleriyle kaynaklar arasında klasik kâr amacı güden işletmeler gibi garip bir rekabet ortamına giriyorlar. Bunun ne Türkiye’de ne de dünyada sorunları kökünden çözebildiğini hiçbir zaman görmedim. Başka bir işbirliği yöntemi tasarlamamız ve bu süreci iyi kurgulamamız gerekiyordu. Diğeri ise “Acaba Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin hangisinde çok kötü durumdayız” diye sorarak keşfettiğim bir gerçekti. UNICEF’in yakın zamanda paylaştığı bir rapora göre Nitelikli Eğitim adındaki dördüncü hedefte çok kötü durumdaydık. Bu fark ettiğim iki problemi birlikte çözebilmek için önce kamu ve özel sektörü bir araya getirebilmeye odaklandım. Bu noktada fark yarattığımızı düşündüğüm şey, kurumların iş hedefleriyle kalkınma hedeflerini birlikte düşünmek için bir süreç deneyimi tasarlamamış olmamız. İlhamı Ortak Değer Yaratımı kavramının fikir babası Micheal Porter’dan aldık; üzerine İnsan-Odaklı Tasarım yaklaşımını kullanarak tüm paydaşların sesli düşünebilecekleri bir model tasarladık. Böylelikle bu kurumlar ortak hedefler etrafında bir araya gelerek onları çözebilmek için maddi ve manevi kaynaklarını, süreci sahiplenerek seferber edebileceklerdi. Nitelikli Eğitim’e odaklanmak için de önce içerisinde bulunduğumuz durumun fotoğrafını çekebilmek için iyi bir araştırma süreci geçirdik. Türkiye’yi bölge bölge, erişebildiğimiz noktada il il ölçümleyebilmiş kaynakları taradık. Eğitimcilerle, gençlerle, velilerle, çocuklarla bir araya geldik. Bir yıldan fazla süren bu süreç sonunda Anlam Tasarımı adında bir eğitim modeli tasarladık. Bu model ilköğretim, lise ve üniversite çağındaki gençlerin (ki onlar aslında hedefleri başarması gereken nesiller) hedefleri başarabilecek becerilerini yükseltmeyi amaçlıyordu. Modeli test etmek için 2016 yılında beş üniversite (İstanbul, Erzurum, Erzincan, Kars, Ardahan), iki lise (Erzurum’da, biri özel biri Anadolu Lisesi) ve iki ilköğretim okulu (Kars Sarıkamış ve Adana Yumurtalık) içerisinde modeli uyguladık. Yaratıcı Problem Çözme ve Küresel Vatandaşlık gibi öne çıkardığımız becerilerin etkisini ölçümlemeye odaklandık ve olumlu sonuçlar almaya başladık. Özetle; işbirliği yaklaşımımız, sosyal girişimciliği insan-odaklı tasarımla birleştirdiğimiz tasarım modelimiz ve 2009-2015 yılları arasında SOGLA’da biriktirdiğimiz deneyimlerimiz fark yaratmamıza da aracı oldu.

Sosyal etki ölçümlemesi girişiminiz için ne kadar önemli?

Neredeyse yaptığımız çalışmanın kalbinde diyebilirim. KUSIF ve Mikado’nun sağladığı herkese açık kaynaklar ve yakın destekle bu önemli görevi operasyonların merkezine gömmeye çalıştık ve hâlâ da çalışıyoruz. Kurum kültürümüze göre, yaptığımız irili ufaklı her çalışmanın etkisi bir şekilde ölçümlenebilmeli. Harcadığımız zamanın kendisi bile… Niteliğe çok kıymet veriyoruz. Her programımız hedef kitlenin ihtiyacına göre değişim teorisinden son haline kadar yeni baştan tasarlanıyor. Bu bize de harika bir öğrenme süreci armağan ediyor. İlk önce kendi varlığımızın ne anlama geldiğini görebiliyoruz bu ölçümlerle. Biz ne yapıyoruz ve yaptığımız şey gerçekten bir şeyleri değiştirebiliyor mu, bunu önce kendimize kanıtlayabiliyor muyuz? Sonra da bu kanıtları dışarıya aktarabiliyor muyuz, paydaşlarımızı sürece dahil edebiliyor muyuz ve onları sık sık haberdar edebiliyor muyuz? Bu sorular etki ölçümü sürecinde daima masamızın üzerinde duruyor.

Sosyal etkinizi nasıl ölçüyorsunuz, nasıl yönetiyorsunuz?  

Öğrenmeden önce bizim için adeta bir roket bilimiydi. Ancak öğrendikten sonra “Amerika’yı yeniden keşfetmediğimiz” bir sürece başladık. Çünkü halihazırda yerel ve küresel kaynaklar nezdinde bir sürü ölçüm aracı, ölçeği bulunuyor ve bunlara kolaylıkla erişebiliyorsunuz. Etkimizi ölçümleme süreci önce sorunu tespit etmek ve kurumsal kapasitemize göre bir değer önerisi tanımlamak ile başlıyor: Biz kimiz ve bu sorunun ne kadarını çözebiliriz? Bu başlangıç yapabildiklerimizi görmemize, fazlasını talep etmemize ya da fazlasını yapıyormuşuz gibi bir algı yaratmamıza aracılık ediyor. Bu etik ve önemli bir nokta. Hemen ardından eğitim & öğrenme deneyimi tasarımı becerilerimizi kullanarak problemi ortadan kaldırabileceğimiz becerileri artıracak süreçleri tasarlamaya başlıyoruz. Tam da bu noktada eş zamanlı olarak Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin küresel kaynaklarında da yer alan ölçüm kriterlerini göz önünde bulunduruyoruz. Yaratıcı Problem Çözme ve Küresel Vatandaşlık gibi becerileri ölçümleyebileceğimiz araçları araştırıyor ve uygulamamıza uyarlamaya çalışıyoruz. Bu noktada ekibimizde öğretmenlik formasyonu tamamlamış ekip arkadaşlarımızdan da doğrudan destek alıyoruz ki sürecin büyük bir kısmını zaten onlar tasarlıyorlar. Sonra sahaya çıkıyoruz. Testler, gözlemler, video röportajlar aracılığıyla ölçümlerimizi gerçekleştiriyoruz. Sürecin sonunda (sonunda diyorum ama aslında değil) eve geri dönüp ortaya çıkan veriye bakarak bir karar vermeye çalışıyoruz: Devam mı edelim? Süreci yeniden tasarlayalım mı? Yoksa duralım mı? Eğer hiç etki alamadıysak duruyoruz ve süreci yeniden düşünüyoruz. Eğer etki alabiliyorsak ise bunu stabil hale getirmek ve ölçekleyebilmek için her saha çalışmasının ardından eksikleri kapatarak ilerliyoruz.

Bugüne dek hedef kitleniz üzerinde hem niteliksel ve hem de niceliksel olarak nasıl bir etki yarattınız?

Kurulduğumuz tarih olan Nisan 2016’dan bu yana düşünürsek, beş üniversiteden toplam 150+ üniversite öğrencisi, iki liseden toplam 50+ genç ve iki ilköğretim okulundan toplam 50+ çocuk ile birlikte Anlam Tasarımı sürecini yönettik. Bu süreç zarfında iki ilköğretim okulunun bilgisayar sınıfları çalışma dahilinde donanımsal ve fiziksel olarak yenilendi ve öğrencilere teslim edildi. Bir tane 3 boyutlu yazıcı Sarıkamış’ta çalışma yaptığımız ilköğretim okuluna hibe edildi. Yumurtalık’ta çalıştığımız 25 ilköğretim öğrencisinin 20’sinin evinde bilgisayar olmamasına rağmen tümü çevrelerinde gördükleri sosyal bir problemi teknolojinin yardımıyla çözebilecek elektronik & robotik modeller ürettiler. Bu grubun yaratıcı problem çözme becerilerindeki olumlu artış sebebiyle Kars Sarıkamış’ta 25 çocuğa erişebilmek mümkün oldu. Horasan’da çalışma yaptığımız lise öğrencilerinin fikirlerini sadece A4 kağıda düz yazıyla yazdıklarını öğrenmiştik. İlk kez ürettikleri 3 boyutlu modeller, yeni edindiklerini sunum becerileriyle öğretmenlerinin önlerine çıktılar ve öğretmenleri biz okuldan ayrılırken “dört günde bu noktaya gelebilmek için tam olarak ne yaptınız” gibi bir soru yönelttiler bize. 150’den fazla üniversite öğrencisi 50’den fazla sosyal girişim fikri üretti, bunlardan üç tanesi çalışmalarını eksiklerini kapatmış bir şekilde hâlâ devam ettiriyorlar. İçlerinden bir grup insansız hava aracıyla orman yangınlarına çözüm getirmek istemişti, şimdi hava aracının tasarımını gerçekleştiriyorlar. Bir diğeri hayvanların strese girdiklerinde sağladıkları gıdanın lezzetinin düştüğünü keşfetmişti, bu sebeple daha az stresli ahır ortamları tasarlamaya dönüştürdü çalışmasını. Biri de genç çiftçiler için bir mobil okul hayata geçirmek amacıyla hayatında ilk kez mobil uygulama arayüzü tasarımına girişti. Bir arkadaşımız ise kullanılan şırıngaların doktora yeniden temas etmesi üzerine bulaşan virüslerle ilgili yepyeni bir şırınga tasarımı prototipledi. Bu hikayelerde ve karşılaştıklarımızın tümünde şöyle bir ayrım var: Tüm grupların neredeyse tamamı sosyal girişimcilik ve Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni ilk kez duydu. Tümü Türkiye’nin en dezavantajlı bölgelerinde öğrenimini sürdürüyor ve bu tarz çalışmalara erişimi neredeyse tamamen kısıtlı. Dünyanın birey üzerinde en pozitif etki yaratan eğitim modellerine baktığımızda “eşitlik” ilkesinin ne kadar ön planda olduğunu görüyoruz. Bu sebeple biz de en dezavantajlı bölgelerde bile başarı hikayeleri yaratabilecek ve bunu ölçümleyebilecek modeller geliştirebilmeye gayret ediyoruz.

 

Sonraki Yayın:
Önceki Yayın:
Bu yazıyı yayınlayan

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir